Korkunun Kefareti

Drawn by OSMAN ASLAN

Korkunun Kefareti

Melih Taşkın

Boğazındaki acıyla öksürerek açtı gözlerini. Uyanır uyanmaz anlamıştı bir şeylerin ters gittiğini. Yatağından fırladı ve ailesini uyandırdı. Ardından hepsi kendini dışarı attı. Derin bir nefes aldıktan sonra gördüğü ilk şey tüm köyün cayır cayır yanması ve korkmuş çocukların yüzlerindeki acıydı. Fakat İzo’nun asıl şaşırdığı şey tüm köyün yanması değil bugüne kadar fiziken de olsa yaşayabilmesiydi.

İzo, gergedan halkındandı. Gergedan halkı uzun yıllardır bu köyde yaşıyordu. Tarımla uğraşan bu halk aynı zamanda mükemmel marangozlar yetiştiriyordu. Bu köyde hayatta kalmak için çalışan kimse yoktu. Çünkü herkes gelecekten umutluydu ve bir şeyler üretmekten çok zevk alıyordu. Uysal, ağırbaşlı ve sakin olan gergedanlar, köylerinden geçen herkese kapısını açıyordu. Onların kapısını çalan herkes el üstünde tutuluyordu. Fakat bir gün kapılarını açtıklarında köylerinin kaderinin değişeceğinden habersizlerdi.

İzo, bir gün gökyüzünü seyrederken köy meydanından çığlık sesleri duydu. İlk başta çocukların sesi sansa da sesin aciziyeti ona aksini söylüyordu. Köy meydanına hızlı adımlarla ilerlemeye başladığında aklına hiçbir şey gelmiyordu, en ufak negatif düşünceye yer vermek istemiyordu. Fakat köy meydanına indiği zaman gözlerine inanamadı.

İzo’nun gördüğü ilk şey ağzı yüzü kan içinde yedi gergedanın etrafındaki oniki sırtlandı. Hayatlarında daha önce hiç savaşmamış olan gergedanların elinden merhamet dilemek dışında bir şey gelmiyordu. Kalpleri taştan sırtlanlar bu duruma sadece gülüyordu. Kadın ve çocuklardan ikişer tane rehin alan sırtlanlar köyü terk ederken bunun ilk ama son olmadığını gözleriyle ima ediyordu.

Yaşanan olayın üstünden bir ay geçmişti ve son derece duygusal olan İzo, yaşanan olayı hala atlatamamıştı. Tüm birikimleri bir yana köylerinden 4 kişi kaçırılmış ve birkaçı ağır yaralanmıştı. Yediremedi kendine bu durumu İzo, bugüne kadar çok çalışmıştı ve elinden geldiğince kendini her konuda geliştirmişti fakat ne yazık ki şiddet pek ona göre değildi.

Güneş doğmadan önce uyanan İzo tekrar eskisi gibi çalışmaya, hayatına kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Fakat kafasına koyduğu umut dolu düşünceler az sonra yitip gidecekti çünkü biraz sonra bu mutlu güne eli kanlı acımasız oniki sırtlanın gölgesi düşecekti.

Küçükler koşturup oyunlar oynarken, büyükler oturmuş sohbet ediyordu fakat hepsinin dikkatini dağıtan şey köy meydanına koşarak gelen çocuktu, “Sırtlanlar! Sırtlanlar tekrar geldiler!”. Ardından tüm halk paniğe kapıldı ve koşuşturmaya başladı fakat geçen seferki olaydan sonra paniğe kapılmanın faydası olmayacağını anlayan bir ihtiyar var gücüyle bağırdı, “Sakin olun, belki bu sefer bir çözüm yolu bulabiliriz!” Ardından herkes kendine geldi ve meydanda sırtlanları beklemeye başladılar

Sırtlanlar meydana yaklaştıklarında toplu şekilde duran gergedanları görünce şaşırdılar fakat korkunun kokusu onlar için hep aynıydı, metrelerce öteden döktükleri soğuk terlerin parlayışını dahi görebiliyorlardı. Sırtlanlar gelir gelmez ihtiyar kendini öne attı, “İsterseniz benim canımı seve seve alabilirsiniz, fakat cesedim beş para etmez. Bunun yerine bizi rahat bırakmanız karşılığında size istediğiniz kadar para verelim…” İhtiyari dinlerken sıkılan sırtlan bağırarak kesti sözünü “Saçmalamayı kes, görünen o ki hayatta kalacak kadar paranız var fazlası yok!”. Bunun üstüne anlatmaya devam etti ihtiyar

“Biz gergedanlar marangozluk konusunda çok marifetliyizdir, bu meslek atalarımızdan bize kalmış bir mirastır. Fakir olmamızın sebebi aç olmamızdan değil tok olmamızdandır. Bizler üretmeyi sevsek de sadece giderlerimizi karşılayacak kadarını kazanırız. Fakat yaşamamıza izin verirseniz bir hafta sonra tekrar döndüğünüzde size beş bin altın haraç vereceğiz!” Bunun üstüne sırtlanlar kahkahalara boğuldu ve en büyükleri ihtiyari boğazından sıkıca tutup havaya kaldırdı ve kendine yaklaştırdı, “Tekrar döndüğümde on bin altın hazır olursa sizi öldürmem fakat olmazsa ölmüş olmayı dilersiniz”.

Sırtlanlar arkasını dönüp gittikten sonra, halk derin bir oh çekmişti fakat bazıları kaçınılmaz sonun farkındaydı. Onlardan biri olan İzo, “On bin altın neredeyse tüm köyün on yıllık gideri kadar, bu kadarını kazanmamız imkânsız!” diye yakındı. Başka çareleri olmayan zavallı gergedanları fazlasıyla zor bir hafta belki de bir ömür bekliyordu. Sonuç olarak bu zorlu süreci atlatabilmek için ekonomik kararlar almak zorundaydılar.

İhtiyarlar toplandı ve aralarında birkaç karar aldılar. Bu kararları da geri kalan gergedanlarla paylaştılar: “Gelir elde edebilmemizin yolu eşsiz marangozluk yeteneklerimizden geçiyor. Bu oldukça aşikâr. Halihazırda bir kısmımız da tarımla uğraşıyor. Kazandığımız parayı harcamamak için ihtiyacımız olan gıdayı tarım alanlarını ve tarımla uğraşanları artırarak sağlayacağız. Her hafta vereceğimiz on bin altını da gece gündüz demeden marangozluk yaparak toplayacağız.” Bundan başka umutları olmayan gergedanlar, görünen tek mantıklı çözüm olarak bu kararları onayladılar.

Kararlar alınalı üç gün olmuştu. Uyandıktan sonra biraz yatakta uzanan İzo tavana bakıp biraz düşündükten sonra kalktı, üstünü giyindi ve pencereye yaklaştığı zaman işe geç kaldığını fark etti. Aceleyle bir şeyler atıştırıp hızlıca atölyesine gitti. İzo’nun geç kaldığını gören Tebo oldukça şaşırmıştı. Çünkü İzo asla geç kalmazdı hatta neredeyse tüm gergedan halkı oldukça dakikti. Fakat üç gündür süren yoğun tempoyu göz önüne alınca, bu durum Tebo için biraz daha anlaşılır olmuştu.

Son iki bin altını da ekledikten sonra on bin altın tamamlanmıştı. Oldukça yorulan gergedanlar evlerine dönerlerken bu uzun ve yorucu haftayı başarıyla tamamlamanın haklı gururunu yaşıyorlardı. Bu kötü duruma iyi tarafından bakmaya çalışıyorlardı. En azından bu gece biraz daha rahat uyuyacaklardı. Uyandıklarında on bin altını teslim edip, köylerini biraz da olsa güvenli hale getireceklerdi.

Sabah doğan güneşle beraber tüm gergedanlar ihtiyarlar en önde olmak üzere meydanda toplanmışlardı. On bin altını toplamalarına rağmen yine de biraz gerginlerdi. Bazen içlerinden ya sırtlanlar anlaşmaya uymazsa diye geçiriyorlardı ve bu ihtimalin kuvvetli olduğunu biliyorlardı fakat başka çareleri olmadıkları için olumsuz düşünmek istemiyorlardı. Çok geçmeden küçük çocuklar bağırarak meydana doğru koşmaya başladılar “Sırtlanlar! Geldiler!”

Vahşi sırtlanların yüksek nabızlarına karşın gergedanların bakışları yorgun ve soluktu. Bu durum sırtlanları oldukça tatmin etmişti. En büyükleri sırıtarak “Bu kadarını sizden beklememiştim, bu denli korkak olacağınız aklimin ucundan bile geçmezdi. Tüm altınları teker teker saydıracağım bir altın dahi eksik olursa hepinizi öldürürüm,” ve ardından diğer iki sırtlana altınları saymasını söyledi.

Ne bir eksik ne bir fazlaydı tam on bin altın vardı çuvallarda. Sırtlanlar memnun kalmıştı. Kazandıkları altınları biriktirmelerine bile gerek yoktu. Her hafta gelecek olan on bin altını harcamaya vakitleri bile yetmeyecekti. En büyük sırtlan ihtiyara hak vermişti. Gerçekten de zulmetmenin keyfi bir yana onları öldürmektense haraca bağlayıp çalıştırmak daha kârlıydı. Çünkü gergedanlar gerçekten de cesetleri beş para etmez zavallı varlıklardan ibaretti sırtlanlar için. Ve köyden ayrılırken bunları tekrar tekrar düşünüp kahkahalara boğuldu en büyükleri.

Anlaşmaya varıldığı günden bu yana aylar geçmişti. Günler artık eskisinden çok daha uzun gelmeye başlamıştı İzo için. Marangozluk bir yana artık ağaç bile görse midesi bulanıyordu. Uyumak onu dinlendirmiyordu ve buna rağmen uyandığında tekrar gözlerini kapatıp saatlerce uyumak istiyordu. Çünkü artık çalışmak, onun için işkenceden farksızdı.

İzo bir gün atölyede çalışırken Tebo’nun dalıp gittiğini fark etti. Tebo birkaç gündür kendinde değil gibiydi. İşine odaklanamıyor, hatta neredeyse her gün geç kalıyordu. Tebo’nun bu durumunu fark eden tek kişi İzo değildi tabii ki de. İhtiyarlardan biri bağırdı, “Böyle giderse on bin altını toparlamak hayal olacak! Kendine gel ve kendini işine ver!” Tebo duymuyordu bile belki de duymak istemiyordu.

Ertesi gün Tebo yine geç kalmıştı. İzo, Tebo için endişelenmeye başlamıştı. Çünkü bu duruma diğerleri ne kadar tahammül edebilir kestiremiyordu. Beklediği gibi de oldu, Tebo kapıdan girer girmez birkaç ihtiyar bağırmaya başladı “Bizim canımızı umursamıyorsan kendini düşün! Hepimizin eşi ve çocukları var!”. Günlerdir tepkisiz olan Tebo dayanamadı ve dizlerinin üstüne çöktü nasır tutmuş ellerini sıktırdı ve ağlamaya başladı “Vardı! Benim de bir eşim vardı fakat sırtlanlar ilk geldiklerinde onu kaçırdılar ve hiç kimse bir şey yapmadı! Şimdi ise eşimi kaçıran yaratıklar için gece gündüz demeden çalışıyorum! Ne kendime saygım ne de bu duruma dayanacak gücüm kaldı!” Tüm atölye sessizliğe büründü ve Tebo koşarak atölyeden çıktı.

Aylar geçmişti ve on bin altını toplamak artık çok zordu gergedanlar için. Günden güne yıpranmışlardı ve artık birçoğu çalışmak istemiyordu. Çalışmak ölmekten daha hazin geliyordu onlar için. Bu sebeple değişen çalışma düzeni ve ihtiyarların çalışmak için halkı zorlaması gergedanları daha da bezdirmişti. Tebo artık evden dahi çıkmıyordu ve haftalardır kimseyle tek kelime konuşmamıştı. Ödeme günü yarın olsa da artık kimse toplanmış olan yedi bin altının üstüne tek bir altın daha koymak istemiyordu.

Ödeme günü gelmişti ve herkes oldukça gergindi. Çünkü bu sefer ilk defa on bin altın toplanamamıştı ve üstünden zaman geçse de sırtlanların ne kadar gaddar olabileceğini hiç kimse unutmamıştı. Yine de bazıları kendini “Belki bu seferlik affederler. Aylardır her hafta on bin altın topluyoruz sonuçta” diye avutuyordu. Çok geçmeden çocuklar meydana koşarak geldiler, “Sırtlanlar, Geldiler!”

En büyük sırtlan geldiğinde gözünün ucuyla çuvalları şöyle bir süzdü ve hafif bir tebessüm etti, “Sanki altınlar eksik gibi ha ihtiyar! Umarım yanılıyorumdur!” Birkaç dakika içinde yanılmadığından emin olmuştu. Elini ihtiyarın başına hafifçe koydu ve “Olsun, bugüne kadar çok kazandırdınız bana. Önemli değil. Her şey için minnettarım.” Dedi ve her zaman olduğu gibi kahkahalar içinde köyü terk etti.

Gergedanlar oldukça şaşırmıştı. İhtiyar diğerlerine dönüp ” Gördünüz mü? Bu anlaşma o kadar da kötü değil sırtlanlar bile zamanla bizle iyi geçinecekler.” Fakat yine de bu duruma birçoğu hala bu olayın bir sorun teşkil etmeyeceğine inanamıyordu. Sırtlanlar sorunsuz şekilde köyü terk ettiği için herkes günün stresini atlatmış bir şekilde yatağına girdi o gece.

Dolunayda bir ses yankılandı köyün dört bir yanında, “Siz karanlıktan da korkarsınız sizi zavallılar.” Ve bu sesle beraber köyün her bir tarafından büyük alevler yükselmeye başladı. Alevler o kadar büyümüştü ki gece gündüz oldu adeta. Tüm köy yanmaya başlamıştı ve can havliyle kendilerini dışarı atan gergedanlar için köyü terk etmekten başka çare kalmamıştı.

Yeni bir köy bulma umuduyla güneye doğru yola koyuldu gergedanlar. Çoğu hayatta kalsa da aralarında pes edip alevlerin içinde huzuru bulmaya karar verenler olmuştu. Yetişkinler korkmuş olan çocuklarını dahi teselli edemiyordu çünkü onlar da ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Umutları tükenmiş çaresiz ve korkmuş olan gergedanlar sadece bir daha sırtlanları görmemeyi umuyordu. Bunun için de bir hayli uzaklaşmaları ve yeni bir köy kurmaları gerekiyordu.

Yola çıkalı iki hafta olmuştu fakat yine de istedikleri gibi bir yer bulamamışlardı. Çocuklar ve ihtiyarlar yüzünden ilerlemek zor oluyordu. Çünkü sık sık durup dinlenmeleri gerekiyordu. Gece olmuştu ve bir yerde kamp yapmaları gerekiyordu. Isınmak için önce bir ateş yakmalılardı ve bu görev İzo ve Tebo’ya verilmişti. Dal ve odun getirmek için ormana doğru giderken aniden karşılarına bir rakun çıktı.

Gözlerinden korktuğu anlaşılan rakuna dost olduklarını ve ona zarar vermeyeceklerini söylediler. Biraz da olsa rahatlayan rakunun şüpheleri hala dinmemişti ve gecenin bu vaktinde iki gergedanın ormanda ne yaptığını merak etti. İzo durumu kısaca özet geçti rakuna. Olanları duyunca şok olan rakun İzo ve Tebo’ya onu kamp alanına diğer gergedanların yanına götürmelerini istedi.

Kamp alanına geldiklerinde rakunu gören diğer gergedanlar şaşırmışlardı ve bu küçük rakunu neden getirdiklerini merak etmişlerdi. “Benim adım Sepu. Olanları duydum ve adınıza çok üzüldüm. Umarım gelecekte her şey sizin için daha güzel olur. Merak ettiğim şey ise şimdi nereye gideceğiniz.” İhtiyarlardan biri ayağa kalktı ve “Güzel dileklerin için minnettarız. Güneye doğru gidiyoruz ve orada yeni bir köy kurmayı umuyoruz.” Bunu duyan rakun şaşırdı ve “Güney mi güney olmaz bu orası fazlasıyla tehlikeli!” Dedi ve anlatmaya devam etti.

“Buraya fazla uzak değil, güneyde aslanlar yaşar eğer devam ederseniz karşılaşacağınız şey sizin için ikinci bir felaket olur. Anladığım kadarıyla geri de dönemezsiniz ve daha fazla bu şekilde yollarda yaşamaya devam edemezsiniz. Çocukların ve ihtiyarların daha fazla dayanabileceğini sanmıyorum. Sizin için sunabileceğim en iyi seçenek şu tepenin ardındaki köyümüze gelip bize katılmanızdır fakat ısrar etmeyeceğim.” İzo ve birkaç gergedan daha bu teklifi reddetti fakat ihtiyarlar gerçekten de çocukların ve kendilerinin dayanamayacaklarını ve rakunun teklifinin oldukça makul olduğunu söylediler. Başka çareleri olmayan gergedanlar Sepu’nun teklifini kabul ettiler ve yeni doğan güneş ile beraber tekrar yola koyuldular.

Köye vardıklarında Sepu gergedanlara yaşayacakları bölgeyi gösterdi ve ardından köyün durumundan ve kurallarından bahsetti. Sepu’nun anlattığına göre bu köy de benzer bir dertten muzdaripti. Rakunların madende çalışması ve aslanlara haraç olarak madenden çıkarttıkları değerli taşları vermeleri gerekiyordu. Sepu gergedanlara bu köyde huzurlu bir şekilde yaşamaya devam etmeleri için onların da madenlerde çalışması gerektiğini söyledi ve ekledi “En azından siz daha iri ve güçlüsünüz bizim gibi ufak zayıf rakunlardan çok daha hızlı bir şekilde bu işi yapacağınızı düşünüyorum.”

Tam da rahatlamış olan gergedanlar Sepu’nun söylediklerini duyunca hüsrana uğradılar. Hatta Tebo ile beraber birkaç gergedan daha bağırıp çağırmaya başladı ve bunun kabul edilemez olduğunu söyledi. Fakat bu sırada ihtiyarlardan biri gözyaşlarına boğuldu ve Sepu’ya tekrar teşekkür etti ardından isyan edenlere dönerek, “Siz aklınızı yitirmişsiniz! Başımıza gelenlerin en büyük sorumlusu sizler ve sizin bu isyankâr tavırlarınızdır! Vaktinde isyan etmeden 10 bin altını toplamak için çabalasaydınız bu duruma düşmezdik. Görmüyor musunuz?  Bu bizim için ikinci bir şans bunun için rakunlara şükretmeliyiz.” Ve sonuç olarak istemeyerek de olsa hepsi de bu teklifi kabul etti.

Sepu tüm gergedanları bir araya topladı ve hepsini madene indirip neyin nasıl yapılacağını gösterdi. Birkaç gün rakunlarla beraber madende çalışan gergedanlar işlerin nasıl ilerlediğini kavramayı başarmışlardı. Günün sonunda Sepu gergedanlara artık madende tek başlarına çalışacaklarını ve rakunların bundan sonra madene inmeyeceklerini çünkü gergedanların fiziksel olarak onlardan güçlü olması sebebiyle bu işi daha iyi becerebileceklerini söyledi. Buna ek olarak madenlerin aslanlara teslimini de rakunların yapacağını çünkü ormanların sayısız tehlike barındırdığını ve rakunların bu konuda daha tecrübeli olduğunu belirtti. Gergedanların başka seçeneği olmadığı için bunu da kabul ettiler.

Birkaç hafta sonra rakunların neredeyse hiç iş yapmadığını düşünen Tebo elindeki kazmayı yere fırlattı ve bağırmaya başladı, “Onlar hiçbir iş yapmıyorken biz burada çürüyüp gidiyoruz! Böyle iş olmaz, onlarla bu konuyu konuşmamız lazım!” Tebo gibi düşünen birkaç gergedan daha vardı ve ona destek çıktılar. Sepu ve diğer rakunlarla konuşmak için madenden çıktılar. Ardından madendeki diğer gergedanlar da onları takip etti.

Tebo rakunların karşısına geçti ve, “Eğer böyle devam edecekse benden bu kadar! Siz tüm gün yatarken biz madendeki taşları terimizle suluyoruz!” Bunu duyan Sepu yavaşça Tebo’ya yaklaştı ve parlayan gözlerini kocaman açarak, “Çok çalıştığınızı ve oldukça yorulduğunuzu ben de biliyorum ve gerçekten çok üzülüyorum fakat hepimiz için en iyisi bu.” Bunlar Tebo’nun duymak istediği şeyler değildi. Sepu’nun sözleriyle beraber öfkesi körüklenen Tebo, ” Öyleyse biz de köyü terk ederiz!” Ardından diğerlerine dönüp onların da onayını aldı.

Sepu kollarını kavuşturdu ve, “Bunu yapmakta özgürsünüz fakat iyiliğiniz için burada kalmanızı öneririm. Buradan gidip ne yapacaksınız? Kuzeye, sırtlanların yanına mı gideceksiniz, yoksa devam edip aslanların yanına mı? Üstelik sizin burada olduğunuzdan artık aslanların da haberi var, yani demek istediğim aslanlarla sorun yaşamak istemezsiniz değil mi? Eğer aslanlar pesinize düşerse sırtlanlardan daha tehlikeli olabilirler. Daha önce hiç aslan gördünüz mü? Jilet gibi keskin pençeleri ve bir mağara kadar büyük ağızları vardır üstelik dişleri de bıçak kadar keskindir, tıpkı sırtlanlarınki gibi. Belki de bu sefer tek bir kişiyi kaybetmekle kalmazsın. Hadi ama Tebo mantıklı düşün, eminim ki birini kaybetmenin acısını benden çok daha iyi biliyorsun. Değil mi Tebo?”

Tebo’nun öfkesi yerini korkuya bırakmıştı. Sepu’nun anlattıklarından sonra aklına sırtlanların köye geldiği ilk gün gelmişti. Tebo daha önce hiç aslan görmemişti fakat Sepu’nun tabirine göre sırtlanlar kadar vahşi oldukları kesindi. Eşinin sırtlanlar tarafından kaçırıldığı gün gözlerinin önüne gelmişti. Soğuk soğuk terlemeye başlamıştı ve dizlerinin bağı çözülmüştü adeta. Kendine bir kere daha sordu Tebo, bunları tekrar yaşamak istiyor muydu? Aynı acılara göğüs gerecek kadar dermanı kalmış mıydı? Kalmamıştı. Boynunu eğdi ve tek kelime etmeden arkasını dönüp madene doğru ilerlemeye başladı. En azından artık bu düzene alışması gerektiğini daha iyi anlamıştı Tebo.

Madende çalışmaya başlamalarından bu yana aylar geçmişti. Son derece gergin olan gergedanların birbirlerine dahi tahammülü kalmamıştı artık. Dayanacak gücü kalmayan İzo madende çalışırken rahatlamak için atölyesindeki eski günlerini hayal ediyordu. Madendeki pis kokuyu içine çektikçe özlemiyle yanıp tutuştuğu o güzel ahşap kokusunu hissetmeye çalışıyordu. Fakat bundan sonra İzo için o günler sadece hayalden ibaretti. Artık bildiği tek şey bu gidişle ömrünün sonuna kadar madende çalışması gerektiğiydi.

Bir sabah uyandığında bel ağrısıyla kalktı yatağından İzo. Yüzünü yıkamak için lavaboya gitti ve aynada kendine baktı. Gözleri çökmüş ve alnındaki çizgiler daha da belirginleşmişti artık. Nasır tutmuş ve kararmış ellerine bakarak düşünmeye başladı, “Bu eller maden kazmak için mi hareket ediyor? Peki bacaklarım? Acaba yataktan kalkıp madene gitmekten ne kadar memnunlar? Gözlerim, gözlerim neden doluyor yaşla? Yoksa bedenim kabul etmiyor mu artık daha fazlasını? Doyurmak istemiyorum artık bu diyarın canisini, kansızını.”

İzo evden çıktığında madene doğru gitmediğini fark etti. Tüm benliğiyle reddediyordu bu esirliği artık. Güneye, aslanların olduğu bölgeye doğru yola koyuldu. Fakat gariptir ki hiçbir korkusu yoktu. Aksine kendini son derece rahat hissediyordu. Çünkü her gün ölmektense bir gün ölmek daha mantıklıydı. Aslanların köyüne gittiği zaman ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu ancak onların ne yapacağını tahmin edebiliyordu. Öyle de olmasını umuyordu.

Köye yaklaştığı zaman koşmaya başladı İzo. Koşarken aklına çocukluğundaki günleri ve o huzur ve neşe dolu köyü geldi. Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu ve göz yaşlarını durduramıyordu İzo. Yapabildiği tek şey köy meydanına doğru koşmaktı. Aslanları görmemek için gözlerini kapatmıştı İzo. Tam köy meydanına varmıştı ki ayağı takıldı ve yere düştü. Yavaşça ayağa kalktı, yumruklarını sıktı, derin bir nefes aldı ve boğazını parçalarmışçasına acısını haykırdı. Diyecekleri henüz bitmemişti ki daha fazla dayanamadı ve yere yığıldı.

Gözlerini açtığında farklı bir yere geldiğini anlamıştı İzo. Ayağa kalkıp doğrulduğunda gözlerine inanamadı. Karşısında kocaman bir yaratık vardı. Sırtlanlardan en az beş kat büyüktü ve oldukça korkutucu dişlere ve pençelere sahipti. Korkudan dona kalmıştı İzo. Sepu’nun anlattığı gibi bu bir aslan olmalıydı. Fakat bu kadar büyük olacağını hiç tahmin etmemişti.

Yeleleri ve dik duruşuyla oldukça ihtişamlı görünüyordu. İzo’nun karşısında duran yaratık tüm aslanların lideri, Yüce Aslan’dı.

İkisi de tek kelime etmiyordu. İzo bir sürü şey dile getirmek istiyordu fakat korktuğu için kelimeler ağzından çıkmıyordu bir türlü. Köyü terk edip buraya gelirken bu kadar uzun süre hayatta kalacağını bile tahmin etmemişti. Meydanda bayıldığı zaman neden buraya getirildi onu bile bilmiyordu. Fakat artık bir şeyler yapması gerekiyordu. Cesaretini topladı ve tam konuşmaya başlayacakken Yüce Aslan kesti İzo’nun sözünü.

Kudretli sesiyle konuşmaya başladı Yüce Aslan. İzo, aslanın sesini duyar duymaz şok olmuştu. Bu gür ve tok ses İzo’nun içine işliyordu adeta. Yüce Aslan, İzo’ya meydanda anlattıklarından haberdar olduğunu ve tüm hikayesini bildiğini söyledi. Yüce Aslan durumu gayet iyi anlıyordu. Fakat yeryüzündeki varlıkların hataya düşmesi onu derinden üzüyordu. Yüce Aslan dayanamadı ve ağlamaya başladı. Bunu gören İzo bir kez daha şok geçirmişti. Hayatı boyunca gördüğü en büyük en ihtişamlı varlığın gözlerinin önünde ağlamasına anlam veremiyordu. Bunca şeyden sonra ağlamasını haksızlık olarak gören İzo dayanamadı ve son sözleri de olsa konuşmaktan çekinmedi.

“Bizlere ve o sevimli rakunlara zulmettiniz. Siz bizden daha güçlüsünüz fakat gücünüzü yapmak yerine yıkmak için kullandınız. Madenlerde çalışırken bir çoğumuz kendini kaybetti. Buna ben de dahilim. Üstelik rakunlar bizden çok daha küçük ve güçsüzler. Onların da bu duruma daha fazla dayanabileceklerini sanmıyorum. Bunca dökülen kanların, çalınan umutların, yıkılan hayallerin ve kayıp yılların sorumlusu sizlersiniz. Şimdi söyle bana o zayıf vicdanın şimdi mi yakabildi canını?”

Doğruldu ve gözyaşlarını sildi Yüce Aslan. Kafasını kaldırdı ve gözlerini kapattı. Fark etti ki bu dünya bir kez daha onu hayal kırıklığına uğrattı. Ardından bir kez daha bu dünyanın onu hayal kırıklığına uğrattığını kabullendi. Ve ağzından şu mısralar dökülüverdi,

“Üstümüzdeki post değil kim olduğumuzu belirleyen

Değil miydi önyargı bizi yanıltan, yıllarca kalbimizi zehirleyen,

Sanıyorsan sana zulmeden sadece dişler ve pençeler

Unutma ki en masum yüzler bile içlerinde nice kötülükler besler.”

Leave a comment